“Annenin sürekli üzüm yemesi sana kendini nasıl
hissettiriyor?” diye sordum. “Devasa bir pekmezin içinde yaşamak gibi.” dedi
yorgun gözlerle. Dudağının kenarını ısırmış, ayağının tek bir titremesiyle havada
saniyelerce serbest salınan ayakkabı bağcıklarını izliyordu. Ben de izliyordum. Tüm serbest salınımlar bir itici güç ile
başlamak zorundaysa buna serbest demek ne kadar doğru olur diye düşünürken,
gözlerine baktım. Birer üzüm tanesini andırıyorlardı. İçimden onları yemek
geldi. Büyük bir ihtimalle bunu ona söylemek için hiç de uygun bir an değildi. Çok
hisliydi, canım.
Şu an sadece ayakkabı bağcığı izlemek için uygun bir andı. Acaba bu
evrende yaşanan ve yaşanacak olan sonsuz anların içinde, aynı siyah bağcığın kelebekler
gibi uçuşmasını çocuksu bir heyecanla izleyen yegane kişiler olarak tam da
şuanda, burada varoluşuyor olmamız bizi birbirimize görünmez bağlarla
kenetliyor muydu yoksa her geçen dakika daha mı çok sıkılıyorduk? İlişkimiz mi
monotonlaşmıştı? Bunu anlamakta zorlanıyordum. Eğer büyülü bir an değil, ikinci
seçenek geçerliyse kalkıp bulaşıkları yıkamayı veya en azından bulaşık
leğeninde kendimi boğmayı tercih ederdim. Fakat herhangi bir durumda karar
mekanizmalarının çalışmaya başlayabilmesi için bana o kadar az veri geliyordu
ki, benim dışımda dünyadaki hemen herkesin yalapşap yaşadığını düşünüp çok
sinirlendim. Yaşamayı gerçekten ciddiye alanlar olsa olsa benim gibi, minimum
eylemle maksimum hayat idealini benimsemiş mütevazı insanlar olmalıydı. Oysa
çoğunluk, sanki yaşamak çok doğal, çok kolay bir eylemmiş gibi rahatlıkla
gülüp eğleniyorlardı. Her şeye verilecek seviyesiz cevapları vardı,
hareketleri maymunlar gibi içgüdüsel bir akıcılıktaydı. Herkesin benden daha
gerizekalı olduğu bu dünyada yaşamak zorunda kalmak beni öfke nöbetlerine
sokuyordu. Bütün bunlar yetmezmiş gibi beş buçuk saattir bağcık izlemekten içim
şişmişti ama hayvanoğluhayvan hala dudaklarını kemirip ayaklarını sallıyor ve
annesinin evrensel normlara uymayan beslenme biçimi yüzünden boktan dramalar yaratıp,
içi boş bir kurban rolüne bürünüyordu. Ah, artık o kadar dolmuştum ki dayanamayıp
hızla ayağa fırladım. Onun o üzgünlükten sarkmış gibi duran cibiliyetsiz yakasına
sarılıp, fare gibi kemirdiği dudaklarına okkalı tokadı bastım. Anlamsızca sarı
ayakkabılarını tekmeledim, bağcıklarını kopartıp ağzına doluşturdum. Yine de
sinirim yatışmamıştı. Koşarak mutfağa gidip getirdiğim kasenin içindeki üzüm
tanelerini makinalı tüfek gibi üzerine yağdırmaya başladım. Neye uğradığını
şaşıran suratına üzüm üzerine üzüm yapıştırırken bir yandan da “Pekmez hayatın
gerçeği! Pekmez hayatın gerçeği!” diye haykırıyordum.
Tabii bütün bunlar sadece hayalimde olmuştu. Aslında hala aynı koltukta oturmuş, aynı bağcıklara bakıyordum ve kendimi bir metronom kadar serbest
hissediyordum.